Çoğu zaman yalnızca gördüklerimizden ibaret sanılır. Oysa hakikat, ışığın gösterdiklerinde değil; gölgenin gizlediklerinde saklıdır. İnsan, ışığa koşarken gölgesini hep arkasında bırakır. Fakat unuttuğumuz şey şudur: Bizi en çok büyüten, çoğu zaman yüzleşmekten kaçtığımız o gölgelerdir. İnsan ruhu, yalnızca parıltılarla değil, karanlıklarla da şekillenir. Ne kadar kaçsak da kendi gölgemizle beraber yürürüz; bazen ağır gelir, bazen de sessiz bir öğretmen olur. Çünkü gölge, aslında ruhun inkâr ettiği yanların bir toplamıdır. İnkâr ettikçe büyür, yüzleştikçe küçülür. Toplum bize hep “iyi olmayı”, “güzel görünmeyi” öğretir. Ama kimse, gölgesini sahiplenmenin erdeminden bahsetmez. Oysa insanın olgunluğu, sadece ışığını parlatmasında değil; gölgesini de kabullenmesinde gizlidir. Bir insan, kendi kusurlarıyla barışmadıkça başkasının kusuruna tahammül edemez. Gölgelerle yüzleşmek, insanın kendi hakikatine açılan kapıdır. Orada kibir, kıskançlık, korku, hırs gibi karanlık duygular saklıdır. Ama aynı zamanda orada cesaretin tohumu, sabrın özü ve gerçek özgürlüğün kıvılcımı da vardır. Çünkü karanlıkla barışan, ışığa daha güçlü çıkar. İşte bu yüzden gölgelerden kaçmak yerine, onlarla el sıkışmak gerekir. İnsanı yaralayan gölge değil; gölgeyi inkâr etme çabasıdır. Kendimizi kandırdığımız sürece, başkalarını da kandırmaya devam ederiz. Ama bir gün cesaret edip gölgemize bakabilirsek, işte o zaman ışığımız da hakiki olur. Hayat, gölgeler ve ışıklar arasında salınan bir denge oyunudur. Ne tamamen ışık, ne tamamen gölge… İkisi de bizi biz yapan, birbirini tamamlayan iki kutuptur. Işığını bilmeyen gölgesini, gölgesini tanımayan ışığını anlayamaz. Ve belki de en bilge insan, gölgeleriyle barışmış olandır.